Duygulara Yer Açmak

Zeynep Buket Akdeniz
5 min readMay 16, 2020

--

Uzun süredir hayatımda daha önce yaşamadığım bir deneyim yaşıyorum. Uzun süredir bir iyileşme yolculuğu içindeyim.

Bu süreçte hissettiğim her duyguyu ve yaşadığım her deneyimi paylaşmak için sabırsızlansam da, paylaşmak bazen travma tetikleyici bir unsur oluyor sadece. Bu yüzden yazdım yazdım, sildim hep.

Ama uzun süre sonra, zihnimdeki o küçük kızı bir sandalyeye oturtup, iki kelimeyi bir araya getirip bir kaç sayfa döküldü nihayet.

Bu kez iyileşme yolculuğumda karşılaştığım bazı deneyimleri aktarmak istiyorum.

Kaçınma’dan Kabul’e, Duyguyu Misafir Etmek

Daha önce ne zaman olumsuz, acı veren bir duygu hissetsem, oradan arkama bakmadan kaçardım. Böyle öğrenmedik mi biz? Hayatta kalmak için güçlü olmak, tehlikeden kaçmak zorundaydık. Aklıma gelen düşünceleri dağıtır, yeni anıları düşünür ve hatta çoğu zaman yaşanan kötü anıları zihnimde yok eder, yeni ve olmasını istediğim şeklini kurgular, zihnimdeki yerine oturturdum.

Önce Brandon Bays tarafından yazılan Yolculuk kitabını okuduğumda, yaşanan acı verici duygulara ve deneyimlere yönelik bambaşka bir yaklaşımla tanıştım: “kabul etmek”.

Kendisinin geliştirmiş olduğu bir teknik ile yaşanan o duyguyu kendi bedenine buyur ediyorsun aslında. Onu kovmadan, ondan kaçmadan, onu buyur ederek önünü ve arkasını görmeye çalışıyorsun. Her bir duygunun farklı bir duygunun kapısını açtığına şahit alıyorsun. Her bir kapıya cesaretle yaklaşıp içeriye girdiğinde, en sonunda kaynak ile buluşuyorsun.

Tekniğin mükemmel bir özeti olmasa da, kabaca buna yakın bir yaklaşımı var.

Okunmasını kesinlikle tavsiye ettiğim bir kitap.

İlerleyen günler ve aylarda bunun yani duyguları kabul etmenin ne demek olduğunu biraz daha anlamaya başladım.

Geçen sene “Sıkıldım, beğenmedim.” diyerek kenara ittiğim kitaba, bu sene koşa koşa sarıldım ve sonra bir kaç kere okudum. Her okuduğumda yeni satırların altını çizdim, her okuduğumda önce öz şefkatle sonra kendi duygularımda karşı karşıya geldim

Zeynep Selvili Çarmıklı tarafından yazılan Pembe Fili Düşünme’yi okurken, 9 sene önce ilk panik atağımı yaşadığım ana döndüm ben de. Aslında henüz o yaşta, hiç bir şey bilmeden, nasıl güzel becermişim panik atakla yaşamayı. Zaten her seferinde “Ölüyorum, kalp krizi geçiyorum. Eyvah!” derdim, bu durumu yaşayan herkes gibi. Sonra her atak esnasında sakince yere öylece uzanırdım. “Ölüyor muyum? O halde öleyim.” derdim. Aslında zihnimden, olabilecek en kötü şey olan “ölüm” kavramını, o kadar da korkunç bir şey olmaktan çıkartmıştım. Bu cümleleri her tekrarladığımda sakinleşir ve doğrulurdum.

Elbette onun son atak olmayacağını bilirdim. Velhasıl, olmadı da. 1 seneye yakın, neredeyse her gece bunu yaşadım. Daha sonra kendini göstermesi seyreldi. Birbirimize alıştık sanırım. Ben panik halde etrafta koşturmadan önce, o ilk sinyallerini verirdi ve ben de onu reddetmez ve önlemimi alırdım. Böyle 9 yıl geçirdik birlikte. Şimdi eski iki dost gibiyiz. :)

Pembe Fil’e geri dönüyoruz…

Yazar kitabında bir deney yapmak istediğini belirtiyor. Üç dakika boyunca bizden pembe bir fil düşünmememizi istiyor. Kitabı okuyanlar için ikinci bir alıştırma olabilir; haydi deneyelim.

Nasıldı? Aklınıza pembe filler geldi mi hiç? Elbette geldi.

Yazar, Sosyal Psikolog Wegner’in bir araştırmasını aktarıyor sonra bize. Araştırmanın sonucuna göre: “Zihnimiz herhangi bir şeyi düşünmeme komutu aldığında bir yandan düşünmememiz söylenen şeyin akla gelmesini, konudan alakasız şeyleri düşünerek engellemeye, diğer yandan düşünmememiz gereken şeyi düşünmediğimizden emin olma süreci olan ikinci işlem, o şeyin gündemimizde kalmasına neden oluyor.” (Zeynep Selvili Çarmıklı, Pembe Fili Düşünme, sf. 44)

Yani kaçındığımız düşüncelerin içine düşüyoruz, diyebiliriz.

Acıdan kaçınmaya çalışmak da böyle bir deneyim oldu benim için. Acıyı düşünmemek için farklı eylemler denedim, düşüncelerimin odağını değiştirdim, uyudum, uyandım, yemek dedim, daha çok yemek yedim, 15 kilo aldım ama acıdan kaçamadım. Acıyı iyileştirmek için üstüne yara bandı kapattım. “Oh iyileşir artık!” dedim. Acıyı düşünmemek için yine farklı eylemler yaptım, arada bir “İyileşti mi acaba?” diyerek yara bandını kaldırıp yaraya baktım. Her denememde iyileşme süreci daha çok uzadı.

Öz Şefkat’i Anlamak

Acıdan kaçınmamayı denemeye başladım. Önce öz şefkati aldım hayatıma. Daha doğrusu almaya niyet ettim.

Öz şefkatin 3 bileşeninden bahseder, Zeynep Selvili Çarmıklı:

  1. Öz-nezaket: Kişinin kendisine nazik davranması ve ihtiyacı olan anlayışı, şefkati ve desteği vermesi.
  2. Ortak insanlık hissiyatı: Yetersiz, başarısız, değersiz hissetmenin ortak insanlık hissiyatı olduğunun; nedenleri farklı olsa da acıyı her birimizin ağırladığının bilincinde olmak.
  3. Mindfulness (Bilinçli farkındalık): Bize rahatsızlık veren duygu ve düşüncelerden kaçmak, onları dönüştürmeye çalışmak yerine, onları nazikçe ve yargısızca ağırlamaya niyet etmek.

Kendisine pek de nazik davranmayan biri için şefkatin pek de kolay olduğunu söyleyemem.

Acının kaynağı olan olayı yaşadıktan sonraki birkaç ay en zor olan zamandı. Kendime aynada bakamıyordum. Kendi bedenimi görmek istemiyordum. Duşta o yüzden çok az kalmaya başlamıştım, boy aynalarından tamamen kaçıyordum. Daha da kötüsü benim aynaya baktığımda kendimde gördüğüm şeyleri, insanların da bende gördüklerini düşünüyordum. Bedenim ve duygularım bu olayın bir bütünüydü sanki ve ben sanki sadece bu olaydan ibarettim. Kendime her baktığımda terk edilen, vaz geçilen, bırakılan, kaybeden bir kadın görüyordum. Bunu her gördüğümde de oldukça net bir ifadeyle sık sık hatırlatıyordum; “SEN SADECE BUNA LAYIKSIN. SEN SEVİLEMEYECEK KADAR KÖTÜSÜN, ÇİRKİNSİN, APTALSIN.” Daha da kötüsü, sanki evde, sokakta, işte, her yerde, herkes bana bunu söylüyordu. Metroda ineceğim durağı beklerken, yolcular sanki kendi aralarında fısıldaşıp bana gülüyordu, dahası acıyordu.

Evet, 6–7 ayın tamamen bu ruh hali içinde geçti.

Acıma yüzümü dönüp, onu fark etmeye niyet ettikten sonra kendi elimden tutmayı başarabilmişim nihayet.

Kendi elimden tuttum ve kendime dedim ki: “Seni anlıyorum. Senin yerinde kim olsa böyle hissederdi. Senin yerinde olan, senin yaşadıklarını yaşayan, senin yolundan yürüyen herkes böyle davranırdı. Sen normalsin. Sadece acı çekiyorsun, herkes gibi. Ve acı çekerken, çıkış kapısını göremeyebilirsin. Bu çok normal. Depresyona girmekten korktuğunu biliyorum. Ama ben buradayım, seninleyim. Seni yeniden zorlayan bir deneyim yaşasan da, yorganın altına gömülüp acı içinde feryat figan ağlasan da, seninleyim. Eğer yeniden depresyona girersen, korkma! Ben elini tutuyor olacağım, yalnız başına baş etmek zorunda değilsin.”

Bu cümleler, yaşadığım en özgürleştirici deneyimlerden birisiydi. Kendime verdiğim bir armağan gibiydi.

Bu özgürleşmenin baki kalmayacağını kabullendim artık sanırım. Yaşadıkça, hayatın içinde kaldıkça deneyimlerle yüzleşmeye devam ediyoruz. Bugün acımı davet ederken, yarın korkup kapıyı açamayabilirim. Ama sonraki gün açabilirm de.

Mesela dün açabildim. Balkondan dışarıya bakarken, yüzüme değen sıcak rüzgar ve kuş sesleri bir anda dehşet acı veren bazı anılarımı tetikledi. O an durdum, anıların ve anılarla birlikte duyguların gelmesine izin verdim. Gelen duygu, özlemdi. Özlem, kalbimin ortasına kocaman bir gülle fırlattı, ağrısı tüm göğüs kafesime yayıldı. Ağrı soluk borumdan yukarıya çıkmaya başladıkça, yüreğimdeki özlem beraberinde hayal kırıklığını getirdi. Bir yandan hayal kırıklığının ağırlığını misafir ederken, bir yandan merakla soluk borumdaki ağrının nereye gideceğini gözlemliyordum. Boğazıma kadar geldi, orada durdu. Yutkunmamı engelledi ve boğazımdan kalbime doğru derin bir ağrıya dönüştü. O esnada iç sesim konuşmaya başladı: “Yenildin. Hayata karşı, hayal ettiklerine karşı yenildin. Ama sen zaten hep yeniliyorsun.” Durdum ve gözlemlemeye devam ettim. Ben kaçmadım ve o sakinleşmeye başladı. Ve hızlı şekilde öylece gitti.

Derin bir nefes alıp sandalyeye oturdum. Duygular gittikten sonra arkasında bir dağınıklık bırakmadılar bu kez, şaşırdım. Ama başka bir şey fark ettim. Bu yaptığım yani acıma yüzümü dönebilmem oldukça cesurcaydı. Kaçmadım, savaşmadım da. Sadece durdum ve izledim. Kendime güzel bir “Aferim!”

Kendime, kendi tebriğimi yaparken şunu da eklemek istiyorum:

Güzellik ve dehşet
Başına her şeyin gelmesine izin ver
Sadece gitmeye devam et
Hiç bir duygu nihai değildir.
Rainer Maria Rilke

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere…

--

--