Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Şeyler Var — Montenegro Seyahatim

Zeynep Buket Akdeniz
4 min readMay 24, 2023

“Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır.” Paulo Coelho / Simyacı

Bir süredir kendimi pek iyi hissetmiyordum. Deprem ve beraberinde üst üste yaşadığım kayıplar hayatla, ölümle ve bizatihi kendimle kurduğum ilişkimi epey zedelemişti.

Kaygı bozukluğu dedim, depresyon dedim, tükenmişlik dedim. Kendime bir sürü etiket ekledim ama iyileştirebilecek bir çözüm bulamadım.

Bu esnada, tüm bu kaosun içinde, bir süredir planladığım Montenegro seyahatime çıktım. Tüm bu kaosa ufak bir ara verdim. Bu ara benim için sadece bir tatil değildi aslında tek başıma yollara düştüğüm bir deneyimdi. Öyle olmasını istemiştim. Kendime, kendimle baş başa kalmaya ihtiyacım vardı.

Kotor

Velhasıl, yola düştüm. Rota belirlendi: Budva, Kotor, Perast, Tivat, Çetinje, Virpazar.

Kotor’a ilk gidişimde sağanak yağmura yakalandım. Bulutların yoğunlaştığı ve dağlara dokunduğu kasvetli bir gökyüzü altında, eski bir ortaçağ şehrinde, sırılsıklam ıslanarak sokaklarda kayboldum.

Dağlar öylesine bir görkemle, tıpkı bir duvar gibi şehrin iki yakasına dizilmişti ki, böyle bir ihtişamla ben daha önce karşılaşmamıştım. Gördüklerim karşısında boğazım düğümlendi; dağları, evleri, evlerden yansıyan ışıkları şehrin girişindeki kapıda sığınarak etrafı seyrettim. Hangi kelime, o an hissettiğim şükrü karşılar, onu da bilemedim. Emin olamadım, ben de sustum. Kalbimde adım adım açılacak çiçeklerin tohumları ilk o an ekildi.

Sağanak sonrası Kotor Old Town

Yağmur dindi, şemsiyemi kapattım. Meydanda kendi fotoğrafımı çektim. Hatırlayabilmek, hayatın verdiklerine de aldıklarına da şükredebilmek için o anı kaydettim.

Sonra koşa koşa kiliseye girdim. Mum yaktım, elimi göğsüme koydum ve yeniden inanabilmek için dua ettim. Mumum alevi gözlerimi aldı, böylelikle seyahatimin bütün deneyimleri aşkın bir hayale perde açtı.

Kotor’da sonraki gün, güneşin ve aydınlığın berraklığı ile yeniden yola koyuldum. Old town sokaklarında turladım, 1350 basamaklı Kotor kalesine tırmandım. Ve hatta bana “Zorlanırsın!” diyenlere zaten dağda trekking yapan biri olduğum için bütün bir kibrimle hiç bir şeyin olmayacağını, söyledim. Oldu. :) Gerçekten zorlandım. Yersiz kibrim antrenmansız kaslarımın sızıları içinde eridi. Bence iyi de oldu. 🙂

Plajlarında dolaşmaya başladığımda ise bir grup Kotor’lu erkek tarafından tacize uğradım. O an hissettiğim öfkeyi de ifade edecek bir kelime bulamıyorum. Dişlerimi, yumruklarımı sıktım; bambaşka bir coğrafyada erkeklik tarafından aşağılanan, yalnız bir turist kadın olarak ne hissettiğimi ancak bir kadın tam olarak anlayabilirdi ve öyle de oldu. Oralı bir kadın benden özür diledi, kendi ülkesinin erkekleri adına üzgün olduğunu belirtti. Sarsıldım. Çünkü fark ettim ki, bambaşka bir memlekette olsak dahi kadın kadının yurdudur. Kim ne derse desin, kim bizi aksine ikna etmeye çalışırsa çalışsın kız kardeşlerim; biz birbirimizin yurduyuz. Dayanışma yaşatır!

Seyahatim sırasında, yine yalnız seyahat eden iki Türk kadınla daha tanıştım. Onlarla Budva’da parlak bir öğleden sonrayı birlikte geçirdik. Old Town’da dolaştık, kendimize güzel bir fincan kahve ısmarladık ve yalnız seyahat etmenin güzelliğini konuştuk. Toplumun ve bizatihi ailemizin bizden olmamızı bekledikleri kadınlar olmayışımızın verdiği cesaretle birbirimizi kabul ettik. Bizi kabul etmeyen toplumla inatlaşıp önce kendimizi, sonra birbirimizi kabul ettik. Bizim için mutluluğun kapısının ancak kendimiz olmaya devam edersek açık olacağının farkındaydık. Daha doğrusu, ben tam da o an fark ettim. Yüksek sesli kahkahalarımızla birlikte seyahatlerimizi, sonraki planlarımızı, pasaportlarımızdaki damgaların nizamını konuşurken; masamızdan birkaç adım geriye gidip bize, kendime uzaktan baktım. Mutsuzluktan kıvrandığım, yalnızlık korkusuyla değer görmediğim ilişkilerimde saplandığım, depresyondan ölümüne korkup da devamlı burun buruna geldiğim günlerim gözümün önüne geldi. Ben kimdim? Ben hangi Zeynep’tim? Artık bunun yanıtını verebiliyordum.

Simyacı’yı ilk kez okuduğumda henüz 15–16 yaşlarındaydım. Santiago’nun gördüğü rüya ve hazinesinin peşinden çıktığı yolculuk, kişisel menkıbesi beni büyülemişti. Hala da büyülüyor. Hala Santiago en iyi dostum ve Simyacı yol arkadaşım. O masada Santiago’yu ve kendi kişisel menkıbemi düşündüm. Ben onun ne olduğunu, neyin peşinden hangi tutkularımla gitmem gerektiğini zaten biliyordum. Ama kişisel menkıbemi unutmuş ve hatta ondan korkmuştum. Ben bu yüzden mutsuzdum. Zeynep olmayı bıraktığım için; Mu ve Atlantis efsaneleriyle büyülenirken cloud teknolojisinde çalışmaya başladığım, ortada henüz var olmayan gelecekteki çocuklarımın kreş paralarını dert edindiğim, hayallerimin sadece hayal olarak kalmasına inandırıldığım için mutsuzdum. Toplumun bekar ve genç bir kadın için diktiği elbiseye, sırf toplum tarafından kabul edilebilmek adına, sağdan soldan çekiştirerek giymeye çalıştığım; bana olmasa da, uymasa da, yakışmasa da elbiseyle inatlaştığım için mutsuzdum. Artık kendim olamadığım için mutsuzdum.

Ama farkettim ki; ben kendi elbisemi kendim dikebilirmişim. :) Üstüme tam oturan, bana iyi ve özgür hissettiren, beni güzel gösteren bir elbise de giyebilirmişim.

Ben yeniden kişisel menkıbemin peşinden yollara dönebilirmişim ve döneceğim. Endülüs’ten Tanca’ya geçip, çölü aşıp, piramitlere ulaşacağım ve bu piramitler sadece metafor olmayacak.

20’lerimi büyük bir cesaretle uğurluyorum. Büyüyorum. Yaşlanmıyorum henüz, hayır. Büyüyor ve genişliyorum.

Ne demişti Coelho Simyacı’da: “Kendi Kişisel Menkıbesi’ni gerçekleştirmek insanların biricik gerçek yükümlülüğüdür. Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şeyi istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar.”

--

--